Modern barbarlık! Kutsal kitapların yakıldığı yerde insanları da yakacaklar!

Kutsal kitap yakma olayının doğrudan AİHM gündemine taşınması mümkün. İsveç Avrupa Konseyi üyesi. Bu eyleme izin verenler hakkında da birtakım süreçler işletilmesi gerekiyor. İsveç’teki ombudsmanlık kurumuna bu iznin hukuka aykırılığı sebebiyle başvuru yapılabilir.

“Bu sadece bir başlangıçtı,

kitapları yakmış oldukları bu yerde,

sonunda insanları da yakacaklar.”

Heinrich Heine

Devletlerin en temel görevi insanların birbirine “saygı” duyacağı ortamı tesis etmektir. Bunu temel iki önlem ile sağlayabilir: Nefret oluşturacak girişimleri engellemek. Ayrımcı davranışları yaptırıma tabi kılmak. Aksi halde nefret tohumları ekilir ve hasat olarak elde manevi hatta maddi şiddet kalır. Bu da devletleri, önünü alamayacağı bir girdaba iter… Nitekim Türk Ceza Kanunu’nun gerekçesinde belirtildiği gibi “hiçbir devlet, vatandaşları arasında, muayyen özelliklere sahip bir kesiminin diğer kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa, öç almayı gerektirecek şiddetli nefrete yönlendirilmesine seyirci kalamaz” …

Birkaç gündür gündemi meşgul eden olay -hepimizin kınadığı- Kuran-ı Kerim’in yakılması mevzuu. İsveç’in “ifade özgürlüğü” olarak nitelediği bu eylemi birçok yönden tahlil etmek, eleştirmek ve kabul edilemez bulmak mümkün. Bu yazımızda biz Kuran’ın yakılması eylemini hukuki yönden ele almak istiyoruz. Bu eylem suç mu? Suçsa neden? Kitap yakmak ne anlama geliyor? İfade özgürlüğü nerede biter? şeklindeki soruların cevaplarına dair değerlendirme yapmak istiyoruz. Ancak meseleye öncelikle mevzuat üzerinden bakmak gerekiyor sanırım.

Din ve Anayasa…

Avrupa Birliği fikrinin öncülerinden Fransa’nın eski Dışişleri Bakanı Robert Schuman “Avrupa’nın demokratik ideali ve geleceği, temellerini istisnasız olarak Hıristiyanlığa borçludur” der. Avrupa Birliği Anayasası çalışmalarında da bu minval üzere beyanatların olduğunu hepimiz hatırlarız. AB ligindeki birçok ülkede “laiklik” veya “her dine eşit mesafe vurgusu” olsa da uygulamada Hıristiyanlığın “hâkim” olduğu bilinir. Bunun en net örneğini Yunanistan’da görürüz. Anayasasına göre “Doğu Ortodoksluğu” ülkenin “hâkim dini” olarak tanımlanır (m.3).

Keza, Bulgaristan’da durum benzerdir. “Doğu Ortodoks Hıristiyanlığı”, “Bulgaristan Cumhuriyeti’nde geleneksel din olarak kabul edilir” (m.13 /3). İspanya Anayasası gayet ilginçtir. Bir fıkrasında “devlet dini yoktur” derken devamında “…Devlet makamları İspanyol toplumunun dinî inançlarını dikkate alır ve dolayısıyla Katolik Kilisesi ve diğer mezheplerle uygun iş birliğini sürdürür…” şeklinde düzenlenmiştir (m.16/3).

İtalya ise “Katolik Kilisesi” ile devleti aynı tümcede “bağımsız ve egemen” olarak niteler. Ve bu ilişkinin Anayasal düzenlemelerin dışında özel bir statüsü olduğu kayıtlar (m.7-8) Polonya Anayasası ise “Kiliselere” metinde yer verir. Ancak Katolik Kilisesinin mahiyetinin diğer din ve kiliselerden farklı tutar. (m.25/4-5) Macaristan Anayasası ise AB fikrinin özeti gibidir: “Biz millî kimliğimizin korunmasında Hristiyanlığın oynadığı rolün farkındayız. Ülkemizin çeşitli dinî geleneklerine değer veriyoruz”

Pek tabii din vurgusunun Anayasalarda bulunmasında bir sakınca görmek mümkün değildir. Zira her toplumun, devletin kendine özgü bir geçmişi var. Bizlere düşen buna saygı duymak. Ancak mesele bir başka dinin kitabına yönelen bir eylem olursa durum biraz değişir.

Bu ülkelerin daha dikkatli olması ve mevcut anayasal yapıları sebebiyle daha çok eleştiriye maruz kalacaklarını bilmeleri gerekir. Danimarka Anayasasının 4. maddesi çok net bir biçimde “Evanjelik/Lüteryen Kilisesi” “Danimarka’nın resmî kilisesidir” der ve bu kilisenin devlet tarafından desteklenmesi gerektiğini kayıt altına alır.

Başka bir maddede Kral’ın Evanjelik/Lüteryen Kilisenin bir üyesi olduğu belirtilir (m.6). Finlandiya Anayasası 6. ve 11. maddelerinde herkesin kanun önünde eşit olduğunu, din, kanaat, görüş gibi sebeplerle kimseye farklı davranılamayacağını düzenler. Hatta, hiçbir kimsenin istemediği takdirde bir dinin uygulanmasına katılmakla yükümlü olmayacağını belirtir.

Ancak 76. Madde “Kilise Kanunu” başlığını taşır ve şöyledir: “Evanjelik Lüteryen Kilisenin, teşkilatlanması ve yönetimine dair düzenlemeler kanunla yapılır. Kilise Kanununun uygulanması ve değiştirilmesi için teklifler verilmesine ilişkin hükümler de bu kanunla düzenlenir”. Gelelim İsveç’e. Anayasanın 2. ve 17 maddeleri açıkça İsveç Kilisesine zaman zaman ilkeler belirleme yetkisi veya belirlediği kuralların birer ilke olarak kabul edileceği şeklinde özellik yüklemiştir.

Kitap yakmak

Her üç ülkenin de Ceza Yasasında, cezanın arttırılmasında “dine” dönük olmasının bir etken olduğu, bu nedenle ayrımcılığın yapılamayacağı düzenlenmiştir. Danimarka Ceza Kanunun 140.maddesi “Bu ülkede yasal olarak var olan herhangi bir dini cemaatin doğmaları veya ibadetleri ile alenen alay eden veya aşağılayan” kimseye ceza verileceğini düzenlemiştir.

Finlandiya Ceza Yasası ise İnsanlığa Karşı Suçlar bölümünde yer verdiği bir düzenleme ile (m.11/10) belirli bir grubun dini nedeniyle tehdit edildiği, karalandığı veya aşağılandığı durumlarda, bunu kamuya açık hale getiren veya başka bir şekilde halka yayan veya kamuya açık tutan kişilerin cezalandırılacağını, tahrik eylemlerinin de bu kapsamda olduğunu düzenlemiştir.

İsveç Ceza Kanunu da benzer düzenlemeye m.16/8’de yer vermiş “aşağılama tehdidinde ve kışkırtmada bulunmayı” suç saymıştır.

Bir dini metin olmasa bile “bir kitabın yakılması” çok “kötü” bir davranıştır. Hukuki olarak bir karşılığı olmasa bile sevilen bir kitabı imha etmek veya birine ait bir eseri ortadan kaldırmak, toplumsal olarak çoğumuzun en basitinden “ayıplayacağı” bir davranıştır. Kuran’ın yakılmasından önce de AB’nin ikircikli tavrı net biçimde görülebiliyordu.

AB Adalet Divanının, Almanya’da işyerine izin sonrası başörtüsü ile gelen kadının “iş verenin, müşterilerine tarafsız görünme hakkı olduğu için başörtülü çalıştırılmaması konusunda haklı olabileceğine” işaret etmesi… Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin sınırları zorlayan ve bazen de “bu kadar da olmaz” dedirten kararları… Başörtülü öğretmen çalıştırılmasının hukuka aykırı olduğuna dair AB ülkelerindeki mahkeme kararları…

“Sadece Hristiyan mültecileri kabul edeceğiz”, “Müslüman göçmenler de keza Avrupa’nın yerli olmayan sakinleridir” şeklindeki beyanatlar… Hz. Peygamber hakkındaki karikatür meselesi… Tüm bunları “AB’nin iç sesi” olarak biliyoruz. Belirttiğimiz sembollerin neden yasaklanıyor? Çünkü bunlar bir dini temsil ediyor! Bunları görünce “İslam’ı çağrıştırıyor” diye yasaklanıyor. Dine karşı suçlar nasıl işlenir? Pek tabii öncelikle o dinin “değerlerine”, “sembollerine”, “mekanlarına” ve “kutsallarına” karşı işlenir. Siz bir dine açıkça hakaret edebileceğiniz gibi aşağılamayı -etkisi artsın diye- sembollerine ve kutsallarına yöneltebilirsiniz. Mekanlarına zarar verirsiniz mesela!

Ama İsveç’teki olay İslam dininin hali hazırda mevcut bir unsuruna yani dinin kaynağına dönüktü. Buradaki eylem sembole değil dinin bizatihi kendisine! Kutsal kitabının yakılması ile dinin tümünün “aşağılandığı” “inanılması gereksiz” olduğunun beyan edildiğini vasat zekalı her insan bilir. Hele bu eylemle beraber açılan karikatür ile sarf ettiği sözler “sadece bir yakma” eylemi olmadığının açıkta gösterir. Hukuk, niyeti davranışla ölçer…

AİHM kararında (İA/TR, BN: 42571-98, 2005) Hz. Peygamber hakkında sarfedilen sözleri “Müslümanların Peygamberine yapılan küfürlü bir saldırı” olarak nitelendirmişti… Kuranı yakmanın bundan bir farkı olamaz… Bu eylemin zihniyet olarak 1933’teki Nazi Öğrenci Birliği’nin “arındırma” operasyonundan da pek farkı yoktur!

Olayın farkı

Bu konuda yaklaşım farkının konu Hıristiyanlıktan başka bir din olunca faklı tezahür ettiği açık. AİHM; Wingrow kararında İngiltere’de Dine Hakaret Yasasının uygun oluğuna karar vermişti. Ancak Choudhury kararında “Şeytanın Ayetleri” kitabı şikayet edilince Dine Hakaret Yasasında “konunun Hıristiyanlık” olduğu için İslam’a dönük durumun bu kapsama girmeyeceğine dair yerel mahkeme kararının hak ihlali taşımadığına karar vermişti…

Günümüzde Avrupa nüfusunun yüzde 5’i Müslüman. Yapılan bir araştırmaya göre, (Pew Research Center) Müslümanlara olumsuz bakış açısının İngiltere’de yüzde 28; Macaristan’da yüzde 72 olduğu kaydediliyor. İsveç’te bu oran yüzde 35. Avrupa’da artan bir Müslüman nüfus var ve buna son dönem göçmenleri eklemeden konuşuyoruz.

Bu evrede, İsveç hükümetinden izin alınarak böyle bir eylemin yapılması “basit bir eylem”, “bir siyasi hezeyan olarak” nitelenemez. “Devlet” onayı ile nefret tohumu ekilmiştir. Sonucunda Müslümanları “kriminalize edilmek” gibi bir risk taşımaktadır. Olayın bir diğer farkı ise yakma girişiminin bu kadar Müslüman ülke varken Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği önünde yapılmasıdır. Bu kendimizi görmemiz adına önemli.

Mevzuatımızda “laik” vurgular ile metin üretsek de, “AB yapısına yaklaşmak için” reformlar yapsak da “Türkiye’nin nasıl göründüğünün” açık ve net izahıdır. Benzemeye çalıştığımız bünyenin bize verdiği bu mesajı çok net görmeliyiz! Anayasal metinler, siyasi adımlardan öte tarihi ve sosyolojik bir olgunun mesajı olarak görmek gerekir.

Böyle özgürlük mü olur?

Bu olayın etkileri daha çok konuşulacak. İçinden provokasyonlar da çıkabilir. Ancak bu eylemin İsveç’te bir zemini olduğu net. İsveç’in tamamının böyle düşünmediğini biliyoruz. Ancak siyasi iradeyi elinde tutanların resmi bir görüşü var: “Tahammül sınırları içinde kalan bir davranış. Hoş değil ama ifade özgürlüğü”.

Ancak İsveçli akademisyen Bo Rothstein’in dediği gibi “…başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere kitapların yakılmasının ifade özgürlüğüne girmez ve evrensel bir suç olması gerekir. Paludan’ın yaptığının ifade özgürlüğü ve gösteri hakkı olmadığını ve kitap yakmasının yasaklanması gerekir…” İsveç üstüne düşeni yapmıyorsa “hukuken” zorlamak ve yollara başvurmak gerekiyor. Bunun için yapılan gösteriler ve mitingler kadar önemli olan “hukuki takip süreci” işletmek…

İsveç vatandaşı kimselerin dahil olacağı bir süreci başlatmak lazım. Böylece İsveç hukukunu ve uygulamasını tartışmaya açabiliriz. Bu konunun devlet tarafından doğrudan AİHM gündemine taşınması da mümkün. İsveç Avrupa Konseyi üyesi. Bir de bu eyleme izin verenler hakkında birtakım süreçler işletilmesi gerekiyor.

İsveç’teki ombudsmanlık kurumuna bu iznin hukuka aykırılığı sebebiyle başvuru yapılabilir. İlgililerin görev suçu işlediği gündeme getirilebilir. Türk Büyükelçiliğinin önünde işlenmesi eylemin Türkiye’ye karşı olduğu anlamı taşır. Buna göre ülkemizde ilgiler hakkında da bir süreç başlatılması mümkün. Girişimin ayrımcılık ve nefret söylemi olduğu açık. Bu eylemler uluslararası suç. Bu durumda Birleşmiş Milletler nezdinde adımlar atılması ilgili birimlere şikâyet ve başvuru da ilk akla gelenlerden.

İbrahim Kalın’ın ifadesi ile “kutsal değerlere saldırı özgürlük değil modern barbarlıktır”. Kutsala yönelen her davranış onu “kutsal sayanlara karşı” yapılmış sayılmalıdır. Anayasasında din vurgusu olan İsveç’te, resmi bir kilisesi olan Danimarkalı birisinin yaptığı eylem, bulunduğu konum itibarıyla bir başka dine yönelmiş sayılır.

Zira öyle ya da böyle bir taraf olarak karşı tarafa yönelmiş bir durum vardır. Nefret ve ayrımcılık içeren söz ve hareketlerin tamamı ile etkin bir mücadele gerektiği açık ama nasıl? Bir kere bu tip “kült” konuların net bir biçimde ülke mevzuatlarına alınması açıkça ifade edilmesinin sağlanması lazım.

Dini kitapların yakılması, dini sembollere zarar verilmesinin de “mabetlere” zarar vermek gibi kabul edileceği düzenlemelere ihtiyaç var. Bunun için BM nezdinde “nefret ve ayrımcılığı” önlemek için yeni çabalar gündeme getirilmeli. Hukuk fakülteleri ve enstitülerde bu minvallerde düzenlemeler olmalı. Hatta hazır bu konuya muhalefet ve hükümet birlikte ses yükseltmişken Türk Ceza Yasamıza açıkça bu konuda bir düzenleme eklenmeli: “Bir dinin kutsal metinlerine, kitaplarına ve sembollerine halkın kin ve nefretini kışkırtacak biçimde zarar vermek suçtur, bu suçlar uluslararası suç olarak kabul edilir”… Bu bir örnek ve ilk adım olabilir.

Hakkında Editör

Taraf olmayan, habercilik yapan Net İnternet Haber, bağımsız özgür, tarafsız habercilik ilkesini benimsemiş olup, hakkın ve haklının yanında yer almayı ilke edinmiştir.

Göz Atmak İster misiniz?

Kışlasız bedelli olur mu?

Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, kışlasız bedelli askerlik uygulamasının gündemde olmadığını söyledi. Rusya-Ukrayna savaşı sonrası …

Bir yanıt yazın